Her şeyin dijitalleştiği bir çağda siyasetin sadece seçim sandıklarında belirlendiğini düşünüyorsanız, ciddi şekilde yanılıyorsunuz. Son dönemdeki tartışmalar nedeniyle yeniden gündem olan Cambridge Analytica skandalının detaylarını anlatıyoruz.
Tükettiğimiz her ürün ve hizmet gibi siyaset de aslında kabaca bir “ürün” ve pazarlanmaya ihtiyacı var. Tıpkı çoğu şeyin ücretsiz olduğu ve karşılığında zamanımızı ve kişisel bilgilerimizi talep ettiği internet dünyasında olduğu gibi siyaset için de zamanımızı ve bilgilerimizi veriyoruz. Üstelik bunun sağı, solu da yok.
Demokrasinin temellerinin atıldığı Antik Yunan’da halkın uğrak noktası olan meydanlara “agora” denirdi, günümüzde bu agoraların yerini sosyal medya mecraları aldı. Tıpkı Antik Yunan’da ya da sonrasında olduğu gibi insanlar, haklı olduklarını düşündükleri davalarına taraftar toplamak için dijital meydanlarda kampanyalar yürütüyor.
Bir yürüyüşe çıktınız, yolunuz şehir meydanından geçiyor. Bu sırada hiç tanımadığınız birileri çıkıp, meydandan geçmeniz için sizden kimliğinizi istiyor. Verir miydiniz?
Kabul edip kimliğinizi uzattınız diyelim… Sonra bu kişi size alakasız sorular sormaya başlıyor:
En sevdiğin filmler neler, kitap okur musun, okuyorsan en son ne okudun… İnternette en son ne aradın, yaşadığın ülkenin şartlarından memnun musun? Hangi ürünü satın aldın, ayakkabının markası ne, yaşadığın evin aylık ortalama geliri ne düzeyde, en yakın arkadaşın kim, onunla en son ne konuştun, lise ya da üniversitede herhangi bir siyasi topluluğa üye misin…
Karşınıza çıkan bir yabancı size bu kadar soru sorsa herhalde şöyle bir tepkiyi hak eder, değil mi?
Ya da kibarca “Sen kimsin kardeşim?” deyip, yolunuza devam edersiniz. İşte o iş öyle olmuyor.
Bu arkadaşı yakından tanıdığınızı düşünüyoruz, kendisi Mark Zuckerberg. Siz o “meydandan” geçip giderken hiçbir soru sormadan hakkınızdaki her şeyi bilme gücüne sahip:
2007’de kurduğu Facebook sayesinde dünyanın en kalabalık dijital meydanlarının sahibi oldu Zuckerberg. Şöyle bir benzetme de fena olmaz: Dünyanın en kalabalık, ancak hiçbir siyasi sınırı olmayan ülkesinin imparatoru oldu. 2010’da Time Dergisi, kendisini Yılın İnsanı seçti. Bu unvana ulaştığında henüz 25 yaşındaydı.
Kullanımı tamamen ücretsiz olan Facebook ve Instagram uygulaması için çok basit bir gelir modeli belirlemişti. Siz vakit geçirdikçe hakkınızdaki genel bilgileri öğreniyor, bunlardan yola çıkarak size reklam gösteriyordu. Hedefli reklam denilen bu model, zamanla pek çok ücretsiz hizmet veren teknoloji devi tarafından benimsendi. Bugün gördüğünüz her reklam, mutlaka bir yerde bıraktığınız veri sayesinde karşınıza çıkmaya başladı. Buna alıştık, artık garipsemiyoruz.
Yürüyüşünüzü bitirdiniz. Telefonunuzun ekranı kapatıp masanın üzerinde bıraktınız. Arkadaşınız ile sohbet ederken size Airfry’lardan bahsetmeye başladı. İlk kez duyduğunuz bu ürünü daha önce hiç internette aratmamıştınız:
Akşam eve geldiniz, arkadaşlarınızın hikayelerine bakmak için Instagram’a girdiğiniz ve o da ne? Bir Airfryer reklamı!
Haydi diyelim Facebook daha önce dolaştığınız internet sitelerinin ne olduğunu biliyor, yaptığınız aramalara göre reklam gösteriyor. Ancak hiç internette aratmadığınız bu ürünün reklamı nasıl karşınıza çıkıyor?
Bu reklamı, şu ana kadar varlığından bihaber olduğunuz, nereye gitseniz yanınızda gelen “dijital ikiziniz” sayesinde gördünüz:
Dijital ikiziniz, sizinle aynı zevklere sahip. Ancak dün akşam ne yediğinizi sizden daha iyi hatırlıyor. Hatta hatırlamakla kalmıyor. Her türlü ayak izinizini, ekranlarda ve klavyelerde dolaşan her türlü parmak hareketinizi kayıt altına alıyor. Bu bilgileri depolamak için de kullandığınız uygulamaları sağlayan şirketlerin veri merkezlerini kullanıyor.
Yani evet, hakkınızdaki tüm bilgilerden oluşan bu dijital ikiziniz; dünyanın farklı noktalarında onlarca şirketin yönettiği veri merkezlerinde yaşıyor. Meydandan geçerken soruları size değil, o ikiz kardeşinize soruyorlar:
Onun da ağzı torba değil ki büzesiniz, ne sorsalar söylüyor. Hatta bazen o telefonun ekranı kapalıyken bile konuşmalarınızı dinleyebiliyor, bazı kelimeleri yakalayıp sizin hakkınızda sizden daha çok fikir sahibi oluyor. Hain kardeş de böyle olsa gerek. Neyse…
İşte bu dijital ikiziniz, sadece airfryer reklamı gösteren firmaların ortağı değil. Siyasi kampanyaların da ortağı. Hatta sizin bu ikizinizle ortak olmak için sıraya giren şirketler var. Bunlardan birisi de Cambridge Analytica:
Merkezi İngiltere’de bulunan bir şirket Cambridge Analytica. Müşterileri politikacılar, hükümetler ve muhalefetinden iktidarına kadar tüm siyasi partiler… Milyarlarca insanın dijital ikizleriyle işbirliği yapan bu şirket, o ikizlerden aldığı bilgileri işleyerek müşterilerine siyasal iletişim danışmanlığı veriyor.
Buraya kadar hiçbir sorun yok. Yazının başında da söylediğimiz gibi ideoloji de artık günümüzde airfryer gibi sadece bir üründü, pazarlanmaya ihtiyacı vardı:
Peki kime, nasıl, hangi şartlar halinde pazarlanacaktı bu ideolojiler? İşte bu noktada devreye giren ikizleriniz, sizin olası siyasi görüşünüz hakkında bilgi veriyordu Cambridge Analytica şirketine. Sonra da karşıt görüşünüz hakkında hoşunuza gidecek mesajlar, benimsediğiniz ideoloji hakkında sakıncalı reklamlar, kararsızsanız en çok parayı verenin seçtiği reklamları görüyordunuz.
2016’da ABD Başkanlık Seçimi’ni Donal Trump kazandı biliyorsunuz. Bu sonuç bizi irdelemez. Ancak kendisinin dijital kampanya sorumlusu Tressa Wong’un şu sözleri önemli: “Facebook olmasaydı, kazanamazdık”
Açık bir itiraf niteliğinde olan bu açıklama seçimlerden yaklaşım 1 yıl sonra yapılmıştı. Ancak bu daha başlangıçtı.
Sizi Christopher Wyle ile tanıştıralım, kendisini seversiniz ya da sevmezsiniz ama yüzyılın en büyük politik skandalını ifşa etti:
Cambridge Analytica’da veri danışmanı olarak görev yapıyordu Wylie. Başarılı bir eğitim ve çalışma hayatının ardından zirvedeydi. Ancak bulunduğu konum, çalıştığı şirketin getirdiği sorumluluk 2018’in Mart ayında ağır geldi. The Guardian’a ulaştı, bildiği her şeyi anlattı. Ortalık fena karıştı.
Çalıştığı şirket Cambridge Analytica’nın Facebook üzerinden yapılan bir anketle 87 milyondan fazla insanın bilgisine ulaştığını, bu bilgilerle 2016’daki seçimlerinin manipüle edildiğini açıkladı:
Yaptığı itirafların çapı öyle bir büyüktü ki 2018’de, Time Dergisi tarafından dünyanın en etkili 100 insanı arasında gösterildi Wylie. Dile kolay, tam 87 milyon insanın bilgileri, siyasi kampanyalarda, düşüncelerini değiştirmek için kullanılmıştı. Taşlar yerine oturuyordu. Trump’un danışmanı neden zaferi Facebook’a borçlu olduklarını söyledi, şimdi daha net anlıyoruz.
Daha sonra ortaya çıktı ki bu 87 milyon insanın tamamı aslında anketi doldurmamıştı. Eğer Facebook profiliniz herkese açık şekildeyse anketi doldurduğunuz an, listenizdeki tüm arkadaşlarınızın bilgilerini de veriyordunuz.
Bu zincirleme etkiyle rakam 87 milyona kadar ulaşmış, nüfusu Türkiye kadar olan bir topluluktaki tüm bireylerin kişiye özel siyasi, ideolojik profilleri çıkarılmıştı:
Bu bilgilerden yola çıkılarak “aslında tabandan gelen desteğe sahipmiş” gibi siyasi ve dini reklamlar gösterildi milyonlarca insana. Sonuçta Trump kazandı:
2019 yılında yayınlanan Netflix’te yayınlanan The Great Hack belgeseliyle öğrendik ki bu model, sadece 2016’daki ABD Başkanlık Seçimi için kullanılmamıştı. Dünya çapında 20’den fazla ülkede kullanılmıştı…
Bu belgeselde bülbül gibi şakıyan yönetim kurulu üyesi Brittanny Kaieser’i muhtemelen daha önce tanımadınız:
Belgeselde Cambridge Analtyca’nın çok sayıda ülkedeki seçimlere karıştığını ifade eden Kaiser, itiraflarından sonra uzun bir süre bilişim dünyasından aforoz edildi. 2019’da çalışmaya başladığı şirket (Phunware), Trump’un 2020 kampanyası için 3 milyon dolarlık anlaşma imzalayınca istifa etti ve radikal bir görüş benimsedi.
Kaieser 2020’nin başından bu yana Brezilya, Kenya ve Malezya’daki seçimlere nasıl müdahele edildiğine dair sayısız belge yayınladı:
Bu ülkelerin sayısı üzerine tartışmalar sürüyor. İngiltere’nin AB’den ayrıldığı Brexit referandumu, Rusya – Ukrayna Savaşı, Brezilya’daki Bolsonaro olayları, Fransa’daki iç karşılıklıklar, Çin’in Uygur Özerk Bölgesi’nde yaptıkları, Orta Doğu’nun durmak bilmeden fokurdayan kazanı… Yani sadece ülkelerin iç siyaseti söz konusu değildi. O yıllardan bugüne kadar ne kadar uluslararası kriz yaşandıysa birisi ya da birileri, Cambridge Analytica modeliyle; milyarlarca insanın fikrini değiştirmek için son derece saldırgan kampanyalar düzenledi.
Tüm bu olaylar yaşanırken senatoda hesap veriyordu Mark Zuckerberg;
Hatta duruşma sırasında su içtiği anlar viral oldu, internet müzesindeki en güzel duvarlardan birisine asıldı. Bu itibar kaybı sebebiyle şirketin adı, odaklandığı yeni teknoloji alanı metaverse’den ilham alınarak seçilen “Meta” şeklinde değiştirildi. Meta, verilen mahkeme kararıyla Cambridge Analytica’dan etkilenen insanlara para ödüyor, tek şart 2007-2021 yılları arasında ABD’de ikamet etmiş olmanız.
Gelelim Türkiye’ye… Her ülkede olduğu gibi biz de bu tehditlere çok açığız:
Üstelik söz konusu şirketlerin hiçbirisi Türkiye merkezli değil. Bu da yaşanacak olası krizlerin sınırlarını uluslararası hukuka taşıyor. Dahası, böyle skandalların doğrudan ülkemiz seçimlerinde yaşanması durumunda, bunu anlamamız ABD’deki kadar hızlı ve kolay da olmayacak. Belki Brittany Kaiser ve Christopher Wylie gibi insanlar itiraf edecekler, ancak çok büyük ihtimalle bunu fark etmek için yıllara ihtiyacımız olacak.